Yaşam

Enver Özkahraman: Genco Erkal da Hakkari’ye yerleşmek istedi

Roni Nasır Kaya

Fotoğraf sanatçısı Enver Özkahraman’ın ‘Hakkari Günlüğü’ adlı kitabı Sitav Yayınları’ndan çıktı. Özkahraman kitapta 70’lerin Hakkari’sini, aşiret yapısını, folklorunu, kilimlerini ve televizyonun Hakkari’ye gelişini anlatıyor.

Enver Özkahraman ile Kitaptan ve macerasından bahsettik.

‘Hakkari Günlüğü’ adlı kitabınızı elime alana kadar Hakkarili olduğunuzu sanıyordum. Kitabı okuduktan sonra buraya sonradan yerleştiğinizi görüyoruz.

Askere gitmeden önce baş başa kaldığımız birkaç Kürt aydınıyla birlikte kendimizi ‘devrimci, vatansever, halkı seven’ olarak tanımlardık. Diyarbakır YSE’de (Yol Su Elektrik) çalışırken kura ile Van’a atandım. Muş, Bitlis ve Hakkari bize bağlıydı. Bölgedeki birçok il, ilçe ve köyü ziyaret ettik. Devrimcilik adına halkımıza hizmet etmeyi bir onur saydık. Birkaç kez Hakkari’ye gittim ve oradaki insanları görünce dünyam değişti. Peşmergeyi hayatımda ilk kez Çukurca’nın bir köyünde gördüm. Gelip Van’daki arkadaşlarıma orada gördüklerimi anlattım, bazıları anlattığıma inanmadı. Bazı arkadaşlarımız söylediklerimi büyük bir sevinçle paylaştılar. O günden sonra sık sık Hakkari’ye gittim. Amacım halkıma hizmet etmek olduğu için atamamı Hakkari’ye yaptım. Sanırım Türkiye’de ilk kez isteyerek Hakkari’ye gidenlerdenim. Bir daha dünyaya gelme şansım olsa bile o günkü Hakkari’yi düşünmeden orada yaşamayı tercih ederim. O günden beri kendimi büyük bir memnuniyetle Hakkari olarak görüyorum.

Hakkari denilince akla ilk gelen Enver Özkaraman ve çektiği fotoğraflar sanırım. Şimdi ‘Hakkari Günlüğü’ adlı kitabın yazarı olarak okuyucu karşısına çıktınız. Kitabın her bölümü farklı bir hikaye tadında. Sizce bu kitabı yazmak için çok mu geç?

Hakkari’ye ilk gittiğimde ve orada olanları gördüğümde bir kameraya ihtiyaç duydum. Sanırım 1968 yılıydı, şimdi elim o kadar para falan görmemişti. Gidip 125 liraya Lubitel fotoğraf makinesi aldım. Hala o makineye sahibim. Gördüğüm her şeyi belgelemekti, fotoğrafçılığa ilgim böyle başladı. Çocukluğumdan beri resme karşı hep bir ilgim olmuştur. Bu alanda yetenekli olduğuma inanıyorum, güzel fotoğraflar da çekiyorum. Doğal olarak o zamanlar fotoğraf çekmek kolay değildi; günah sayılırdı, “çayın bile içilmez” denilirdi. Fotoğraf çektim diye başıma gelmeyenler… Aldığım dayaklar işin emeğiydi. Kitaba gelince, “Fotoğraf tuzsa, kitap onun biberi olsun” dedim. Günü geldiğinde bu eser ortaya çıktı. Kurallar ve şartlar dahilinde mümkünse bir kitap daha yazmayı düşünüyorum.

Hakkari Gazetesi adlı kitabınıza Çukurca’dan başlamışsınız ve o zamanlar “57 çeşit yenilebilir ot varmış” diyorsunuz. Devamında yöre halkının yeni kıyafetlerine yamalar yaptığını söylüyorsunuz. Bahsettiğiniz yenilebilir bitki türleri bitti mi? Yerel halk neden kıyafetlerini yamalıyordu? O dönemin Çukurca’sından bahseder misiniz?

Ben Diyarbakırlıyım, bizim yerimiz düzdü, düzdü. Ancak Hakkari coğrafyası tamamen dağlıktır. Tek dişi canavar olarak tanımladığım medeniyet derken sanki kim daha medeniymiş gibi; Biz miydik yoksa köylüler miydi? O dönemin Hakkari’si sadece Çukurca değil, bütün insanları çok doğaldı. Kimse kimseye küfretmedi, böbürlenme, gasp olmadı. Gidin arayın, adalet saraylarına bakın. Son yıllara kadar Hakkari’de hırsızlık olmamıştı. Herkes birbirinin sözüne prestij oldu. Tira roje (güneş ışını) denilince akan sular durdu. Yol gitmeden önce Çukurca’nın Ertuş Köyü, Güzereş Köyü’ne gittim. Teknoloji açısından iğneleri, çantaları ve kısa dalga radyoları vardı. Bazı köylerde hiç saat yoktu. Karşı dağda güneşin gölgesine göre herkes işini yapıyordu.

Bu tür doğal koşullarda yaşayan insanlar doğal olarak her türlü bitkiyi tatmışlardır. Toprak yiyen hanımlar da gördüm, her şeyi biliyorlardı. Hanımlar hangi şifalı otların kadın hastalıklarına iyi geldiğini çok iyi bilirlerdi. Ayrıca kök boyalar için tüm ince detayları biliyorlardı. Yenilebilir otlara gelince, yaşlılara meraktan sordum, “Neden peynire her türlü ot katıyorsunuz?” söyleyerek. Ve bana dediler ki, “Bir insan yeşilliksiz yaşayabilir mi?” cevap verdiler. Otları topladılar, peynirle salamura ettiler, toprağın bağrına koydular, sonbaharda çıkardılar ve bahara kadar yediler. Hala o bitkiler var ama bahsettiğimiz bitki türlerinin yavaş yavaş kuruyup gitmesinden endişe ediyorum çünkü bilinçsiz tüketim her şeyi mahvediyor. Bunun için çok emek harcadım, her defasında “Bir yıl değil, bir yıl buluşsun” dedim ama kimse beni dinlemedi.

Hakkari topraklarında dört dine mensup insanlar yaşıyordu ve yeminlerine, sözlerine ve güneşe olan bağlılıklarına baktığımda anladığım kadarıyla Zerdüşt inancı hakimdi. Üç dört baba önce Hakkari’nin dörtte üçü Zerdüşt inancına mensuptu. Doğa, hayvan, insan ve bitki sevgisi oradan geldi. Hakkarililerde kibir yoktur, kibir Hakkarililere has bir durum değildir. 1990’lara kadar tevazu galip geldi. Yeni bir elbise giyildiğinde, elbisesiz bir insan düşünülerek yeni şalın dört beş parçası yamalanırdı. İnsanlar komşularına üstün görünmek için değil, kibirlerini gidermek için, “Bak ben de senin gibiyim” demek için bunu yapıyorlardı. Acaba dünyada bunun bir örneği var mı? Bu insanların asaletini görüyor musunuz? Bu durum sadece Çukurca ile ilgili değildi. Tüm sınır boyunca ve hatta güneydeki birçok köydeki köylüler böyleydi. Şemdinli, Uludere, yani artık ‘medeniyet’in girmediği yerler…

Kitapta farklı inançlardan çok bahsediyorsunuz. Bugün geldiğimizde, bahsettiğiniz inançlarla ilgili insanlar nerede?

Ne yazık ki Arap İslamı adı altında tüm bu inançlara mensup insanları sınır dışı ettik. İslam’ı kastetmiyorum. İslam’da böyle şeyler yok, popüler olan vizyona dayalı İslam inancı başka yerlere çekilerek, başka inançlara bağlı olan herkes bu topraklardan sürüldü. Zaxo, Hewler ve Dohok’a gittiğimizde dört inanca ait ibadethaneleri görmek mümkün. İnsanlar büyük bir hoşgörü içinde yaşarlar. Bizde böyle mi? Eskiden, “Kim bir Zerdüşti öldürürse, kolları dirseklerine kadar yeşil olur, yani dini saiki olur” derlerdi. Böyle fetvalar verildi. Açıklayamayacağım çok fazla acı verici şey oldu ve hala oluyorlar.

30 bin nüfuslu Çukurca denilen yerde dört dine mensup insanlar yaşıyordu. Ben de aynı şeyi yaşadım. Okulda sağımda Babuş, solumda Yaşar yani iki Ermeni arkadaşımla ders çalıştım. Hakkari’de de öyleydi; Yaz gelince insanlar Faraşin Nergiz yaylasına çıkarlar, dört dine mensup insanlar yan yana çadırlarını kurarlar ve sonbahara kadar kol kola yerlerini alırlar.

Hakkari Günlüğü, Enver Özkahraman, sayfa 344, Sitav Yayınevi, 2023.

‘FOTOĞRAF ÇEKMEK BENİM İÇİN DEVRİMCİ BİR AMAÇ OLDU’

Kitapta eski döneme ait fotoğraflara da rastlıyoruz. Bu fotoğraflarda gözüme çarpan, Saddam’ın zulmünden kaçan Kürtlerin meydanları. Sadece fotoğraf çekmekle kalmayıp aynı zamanda hayırseverlik gönüllüsü olarak da çalıştığınız görülüyor. Bu süreci biraz anlatabilir misiniz?

Fotoğrafçılığa başlama tarihim 1968-1969 yıllarına dayanıyor. Doğal fotoğrafçılık meraktan ortaya çıksa da benim de kendi kültürümdü. O köylerde rengarenk boyanmış iplikleri, dokuma halıları, el dikimi şalları görünce büyük bir merakla soru sorar, fotoğraflarını çekerdim. O zamanlar şimdiki gibi değildi. Her şey daha zordu, imkanlar daha sınırlıydı. Her şeyi kendi başıma yapmaya çalıştım. Bilenler bilir, şimdiki gibi dijital olmadığı için sinemayı çok yönetimli kullanmak gerekiyordu. Işığı, hareketi, deklanşör hızını, diyaframı bilmek gerekiyordu. Fotoğraf çekmek, kültürümü tanımak ve sahiplenmek aynı zamanda benim için devrim niteliğinde bir hedefti.

Irak rejiminden üç Kürt göçüne tanık oldum. Biri Nisan 1975’te İran ve Irak arasında yapılan bir anlaşmanın ardından Kürtlerin felaketi başladı. Günlerce anlatsam bitmeyecek olan o dram ve trajediye ağlamadığımız gün olmadı. Helikopterler sabahtan akşama kadar insanları bombalıyordu. İkincisi, 1980’de Saddam rejimi her zaman baskı, şiddet ve ara sıra da kimyasal silahlar kullandı. Bütün bunları duymamıza ve bilmemize rağmen kimseyi ikna edemedik. 1988’de Halepçe’ye kimyasallar yağdırana kadar herkes Saddam’a bir ‘peygamber’ gibi bakıyordu. Yine insan ırkının sonu geldi. Bunu duyar duymaz oraya koştuk. Türkiye göçü engelleyemedi. Halk güneyden Şemdinli ve Çukurca’ya akın etti. Çok fotoğraf çektim ama o anları tarif edemiyorum, dayanamıyorum, ağlıyorum. Çocukların ve yaşlıların bir lokma ekmeğe ihtiyacı vardı, su bile yoktu. Bebeklerin ağızları susuzluktan kurumuştu. Çukurca ve Şemdinli köylüleri de yenilmez, büyük bir fedakarlık yaptılar ama yetmedi.

Ben sadece bir fotoğrafçı değildim, aynı zamanda gönüllü hayır işleri de yürütüyordum. Kendimden çok bahsetmek istemiyorum, anlatsaydım kendimi övmüş olurdum. Sana söyleyeyim, ben de insanım. O durumda ben olabilirdim, eşim olabilirdi, çocuğum olabilirdi. Kadınlar doğurunca sırtımızı dönerdik. İnsanların dinine, inancına hiç bakmadık. 1991’de gelenler arasında Êzidîler de vardı. Hristiyanlar ve mesihler bir meydanda toplanmışlardı. Ben ve Fahri Adıyaman, “Bu gayrimüslimlere yardım edelim. İnsanlar duygusallaşıp aldıkları yardımı yerine getirmiyor olabilir.” Herkesin herkese eşit şekilde yardım etmesi normal ama biz iç huzurumuz için çok şey yaptık.

O yardım sırasında bir anımızı anlatacağım. Ben ve Fahri, sırtımızda yardımlarla çadırlardan birine girdik. Ben onları böyle anlatıyorum ama o gün olanları hayal bile edemezsin, dağın zirvesindesin ve hiçbir şey yok. Çadırda önlerine bir örtü serdiklerini gördük, yerde yemek yiyorlar. Az önce yemeğe gitmişlerdi. Merhaba dedik, ihtiyaçlarınızı getirdik. Bir genç kız, “Amca, eğer Allah’ını seviyorsan gel bizimle bir şeyler ye” dedi. “Doyduk” dediğimizde genç kız yine “Hıristiyan olduğumuz için mi yemiyorsunuz?” dedi. O cevapladı. Dayanamayıp gittik oturduk. Ancak bizim derdimiz onların yemeklerini yemememiz ve gecelememizdi. Bir şeyler yedikten sonra kalktık. Genç kıza, “Yedik. Bak bakalım gönlün rahat mı?” dedim. Baktım gülmeye başladı, “Amca yemen için bilinçlendirdim. Aslında bize kaç gündür yardım ettiğinizi biliyoruz” dedi.

Kitapta aşiretçiliğe çokça vurgu yapılıyor. Aşiretçiliğe bakış açınız nedir?

Kabileciliğin de güzel yanları vardı. Ne yazık ki son zamanlarda kullanılmaya başlandı. Sadece “Hırsızlık yoktu, gasp yoktu, saçma sapan hile yoktu” dedim. İlk hırsızlığı biliyorum, ilk boşanmayı biliyorum. Aşiret yapısı desem, feodal yapı, Kürt yapısı desem… Eşine şiddet uygulayanları herkes dışlar. “Gücünüz bir hanımefendiye yeter mi?” Borcunu ödeyememesi köyden kovulmasına sebep olmuştur. Kanımca kabilelerin en kötü yanı birbirlerini alt etmeye çalışmalarıydı. Bunun dışında birlikte idare etmek ve birlikte yemek yemek çok keyifliydi. Keşke hep aynı olsaydı. Alışılmış olan her şey çok siyasallaştı.

Bu arada bir iki şey daha söylemeden edemeyeceğim. Bana farklı görünen noktalardan biri de kabilelerin ortasında farklılıklar olmasıydı. Örneğin Pinyanlı kabile reisinin yanında asla saygısızlık yapılmaz, çok katı kuralları vardır. Ancak bu Ertoshiler için geçerli değildi. Aşiret reisinin karşısında herkes son derece rahattı. Böyle hiyerarşik farklılıklar da vardı.

Şemdinli’yi anlatırken “Keşke yol, elektrik, internet olmasa” diyorsunuz. Modernizme karşı mısınız?

Modernizme karşı değilim, kapitalizme karşıyım. Keşke prematüre kapitalizmin yaptığı değişim yüzünden olmasaydı. Melek denilince akla Şemdinli, Çukurca, Uludere Beytüşşebap halkı gelirdi. Kimsenin çalmadığını veya övünmediğini hayal edebiliyor musunuz? Eşyalarınla ​​dolu bir kamyonet getir; İçinde çay var, şeker var, tabak var, un var, ayakkabı var… Aklınıza ne geliyorsa yol kenarına bırakıyorsunuz, dereye gidiyorsunuz. İki gün sonra katırını getirirsin, bir kısmını yüklersin, götürürsün. 4 gün sonra geliyorsun, gerisini yükleyip götürüyorsun. O eşya günlerce orada kalır, yüzlerce insan geçer ve kimse dönüp bakmaz. Başka nasıl anlatabilirim ki…

Bütün bu inceliklerin bozulmasının tek sebebi sermaye yani paradır. En büyük düşmandır. O günün insanları doğası gereği yaşadılar, dünyanın en büyük hazinesiyle yaşadılar. Sahip olduklarına ikna oldular çünkü başka ihtiyaçları yoktu. O zamanlar her şey doğadan geliyordu. Bakarsınız para karar vermezdi ve kimse parayla alışveriş yapmazdı. Bir şey satın aldıklarında karşılığında bir şey verirler. Parayı hiç görmemiş yüzlerce insan tanıyordum. Her şey o kadar doğaldı ki bir ağaç, bir bağ ya da doğada yaşayan bir hayvan kadar saftılar.

Hakkari’de kömürü ilk bulan sizsiniz. Valinin katırdan düştüğü yerde kömür var, nasıl oldu?

Birçok valiyle birlikte katır sırtında köy gezdim. 70’li yıllardayız, Çaye Gövende’nin altında petrol ve kömür olduğu dedikoduları dolaşıyor. Kanıtlamak isteyenler yemin edip bir iki misal getirdiler. Bütün bunlara göz yummadık ve gidip valiye durumu anlattık. Vali de dinledi ve “Hatırlat, uygun bir zamanda oraya gidelim” dedi. Daha sonra uygun bir zamanda vali, Yılmaz Erdoğan’ın babası Nazım Erdoğan ve birkaç kişi ile Derecik’e doğru yola çıktık. Derecik Karakolu bize bir çift katır verdi. Çaye Gövende’nin dibine kadar katırlarla gittik. Dağın görüntüsü katmanlar halindeydi. Bu katmanlardan kömür ve asfaltit fışkırdı. Fotoğraflarını çektik. Örnek olarak birkaç modülü yanımıza aldık. Tekrar geri döndük.

Vali öndeydi, biz arkada yürüyorduk. Yolda valinin katırı irkildi ve vali yere düştü. Taşın üzerine düşmemesi uygundur, aksi takdirde kurtuluş olmazdı. Dikenlerin üzerine düşmüştü, yüzü, gözleri ve kulakları kanıyordu. Yılmaz Erdoğan’ın babası “Sigara külü iyidir” dedi ve biz de hemen bir sigara yakıp külünü valinin yaralarına sürdük. Hakkari’ye böyle geldik. Vali bey birkaç gün evinden ayrılmadı, istirahat etti. Biz de haber yapıp Hürriyet gazetesine gönderdik. Hürriyet’in manşeti “Vali’nin düştüğü yerden kömür çıktı” oldu. Başlığa kızdık ama daha sonra arkadaşlarım bana karşı çıktı. “Yazık değil mi oğlum ta Şemdinli’ye kadar gidiyorsun keşke bizim bahçede valiyi düşürseydin yağ vardı belki” deyip uzun süre dilimi kaybetmedim.

Roni Nasır Kaya ve Enver Özkahraman

Burada doğa ve çevre sorunlarını savunduğunuzu görüyoruz. Bunun arkasındaki nedenleri açıklayabilir misiniz?

Hakkari’de resmi olarak doğa avcılığı yapıldı. Birçok ilden beş kişi geliyordu, her biri yüz, yüz elli keklik vuruyordu. Sadece keklikler değildi, birçok farklı türde vahşi hayvan vardı. Bunlar için çok çalıştım.

Tabii lale soğanları da vardı. İnsanlar Karadeniz’den geliyorlardı ve yanlarında ortadaki bir tahtayı getiriyorlardı. Karşıdaki delikten geçen lale soğanlarını dışarı atıyor, geçmeyenleri alıyorlardı. Köylüler binlerce aykırı lale soğanı getiriyorlardı. Birçoğu boşa gitti. Doğal olarak, böyle birçok şey vardı. Çok uğraştım ama başarabildik mi tam olarak emin değilim. Dışarıdan gelen arıcılara da genleri bozuyor diye itiraz ettim. Birçok yerde yazdım. Bana karşı çıkanlar da oldu, hatta köylünün ekmeğiyle oynuyorum diyenler oldu. Yüksekova sazları için de aynı şeyi söylediler. Peki bugün ne oldu? Yüzlerce kuş türü yok oldu.

Kitabın bir yerinde Hakkari’nin “Kadim Çobanları” diyorsunuz. Ona bunu söyleten o çobanların özelliği neydi?

Bu coğrafyada elektrik olmadan önce çobanlık en yüksek memurun görevi kadardı. Herkes çoban olamaz. Çoban dürüst, cesur, bilgili ve cesur olmalıdır; Hayvanı, doğayı gereği gibi bilmesi gerekiyordu. O bir çoban hükümdarıydı, kimseye ihtiyacı yoktu. Mesela Heci Mihemed Reşit isimli bir arkadaşım bütün hayatını çobanlık yaparak geçirdi. Yine Ahmet amca vardı, başlı başına bir denizdi. Dohok Ovası’ndan Zaho Ovası’na oradan da Musul’a kadar gitmediği yer kalmamıştı. Kendi kabilesindendi. Yıllar sonra köyler boşaltılınca Ahmet Amca Van’a yerleşir. Van Belediyesi’nde park bekçisiydi. Elini kulağına götürür, Süphan Dağı’na bakar, dalardı. Bir anda kendi kendine “Hee hee” demeye devam etti. “Ne oldu Ahmet Amca?” Şöyle söylerdim. “Sürü gitti” der, gülümseyerek bana döner, “Evet sürüyü gördüm” can sıkıntısı.

‘İTALYA’DA RESSAM NEDİR, DOKUYACAK KADIN’

Hakkari folklorunu eleştiriyorsunuz, neden?

Evet, yozlaştırıldığı ve asimile edildiği için eleştiriyorum. Hakkari folkloru diye bir şey yoktur. Folkloru sadece el sallamak olarak görmüyorum. Kıyafetlerim çok değerlidir. İlk değişim 1980 devriminden sonra başlamış ve halen de bu şekilde devam etmektedir. O makyajlı kıyafetlerin içinde kendilerini rezil ettiler… 60’larda, 70’lerde çektiğim fotoğraflar var, onlara baksınlar, görecekler. O dönemin Hakkari folkloru coğrafyanın rengarenk çiçeklerini anlatır. Şanslıysanız Hakkari kıyafetleri kitabımı yakında göreceksiniz.

Kilim, gelinin lise diploması, lojmandaki hanımla ilgiliydi. Kadınların itibarıydı. Nasıl ki bugün üniversite mezunu bir kişinin prestiji varsa, o zamanlar evinde halısı güzel olan bir kişinin de aynı prestiji vardı. Bana göre Gülveri, Lüleperi, Şamari ve Cambezar dokuyan kadının İtalya’daki ressamdan hiçbir farkı yok. Yoktan var ettikleri için her şeyi kendileri yapıyorlardı. Böyle imkansızlıklar karşısında o harika eseri ortaya koyanların, halkın sanatı olarak görüyorum.

‘GENCO ERKAL, HAKKARI’YA YERLEŞMEK İSTEDİ’

“Hakkari’ye gelen ağlar, giden de ağlar” diyorsunuz. Nereden?

Evet, biri benim. Hala konuştuğum birçok insan Hakkari’den ayrıldığı için çok üzgün. Bir örnek vereyim İskenderun’da iki çocuk sınava girmek için Hatay yerine Hakkari yazdı. Hakkari’den korktukları için sınavlara bile gelmek istemiyorlar. Onlara haber verdik, ‘Gelin bizim evimizde başımızın üstünde yeriniz var’ dedik. Karasuları’nda onları zurnalarla, zurnalarla karşıladık. Bu basına da yansıdı.

Hakkari’ye o kadar kötü söylendi ki atanan bir kıza ‘benim randevum neden boşaldı?’ o ağlıyor. Her zamanki gibi gelip gördükten sonra, yıllarca kaldıklarında yine ağlayarak giderler. Birçoğu bir daha Hakkari’den ayrılmıyor. Hakkari öyle bir şehir ki, gelen gideni ağlatır.

Hakkari’de Bir Mevsim filmi için Hakkari’ye gelen tiyatro oyuncusu Genco Erkal, bir daha gitmek istemedi. Film bittikten sonra ailesi beni aradı ve “Biletinizi alıyoruz, buraya gelin” dediler. Nedenini sorduğumda şaşırmış bir şekilde “Genço ben gidip o köye yerleşeyim diyor” dediler. “Genco, bu senin işin değil. Orada yaşamak çok zor. Yurt dışından getirip oradan toplamak da zor. ‘Bu insanların hayatına ayak uyduramazsınız’ dedik ama o kadar da vazgeçtik.

İlk Hakkari ziyaretinizi de anlattınız. O dönemi anlatırken birkaç Arap kanalı dışında rastgele bir kanal olmadığını söylüyorsunuz. Sonra devlet yetkilileri TRT yayınını bulmanızı istiyor, yayını bulmak için dağa-taşı tırmanmanız gerekiyor. Bir nevi Vizontele hikayesi..

Vizontele olayı ise şöyle: Televizyonun ilk çıktığı yıllarda Hakkari’nin ilk gelenlerindendim. O zamanlar Kürtçe dinlemek yasaktı. Mehmed Arif’i televizyonda ilk gördüğümde ilk işim televizyon almak olacak dedim. O kadar yaptım Mehmed Arif ve İsa Bervari’yi dinlemek için dükkânı erkenden kapatacaktım. Konut dolup taşıyordu. Bu durum valinin kulağına gitti, bizi aradı ve ‘Bir an önce TRT’nin burada yayın yapmasını istiyorum’ dedi. İş bize düştü, küçük bir televizyon ve pil ayarladık. Berçelan’a, Karadağ’a gittik ama nereye gitsek görüntü bulamadık. Her çıktığımızda dağın tepesinden büyük bir ıstırapla geri dönüyorduk. Sonunda Sümbül Dağı’na gidelim dediler, tabi ki valinin emri verilince itiraz edemedik. Mecbur kaldık, ayrıldık. Yaşadıklarımızı bir biz biliriz… Hava karardı, hava iyice soğudu, aradık aradık, ne yaptıysak olmadı. TRT yayını bulunamadı. Araplar var, İranlılar var, dansözler var.

Dağa çıkmadan önce bir görüntü olursa orada ateş yakarız dedik. Sümbül Dağı’nın zirvesinde kar var, soğuktan donuyoruz. Mecbur kaldık, çevredekileri topladık ve ateş yaktık. Kentte çıkan yangını görenler de sevinçle birkaç silahı patlattı. Onlar da kendi günlerini kutladılar. Sabah oldu, aşağı indik. Adil hoca bizi ilk karşılayan oldu, “Manzara nasıl güzel mi?” söz konusu. Vallahi görüntü yok dedik Adil Hoca da nasıl olmadı dedi. söz konusu. Araplar vardı, İran vardı, Rusya vardı ama Türkleri bulamadık dedik. Sonra tesadüfen hastanenin virajının karşısında bir yerde bir manzara bulundu. Oraya bir reflektör koyduk ve o reflektörle dört beş yıl Hakkari yayını yapıldı.

“DİJİTAL YARATICILIK ÖLDÜRÜLDÜ”

Hayatın boyunca analog fotoğrafçılık yaptın. Dijital fotoğrafçılığa nasıl bakıyorsunuz, uyum yakalayabiliyor musunuz? Fotoğrafçılığın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Zamanımızda fotoğrafçılık olağandır. Profesyonelce yaptım, kendimi hep değiştirdim. Son olarak, pozitif diaya döndüm. Çektiğim filmlerin birçoğu Almanya’nın Stuttgart şehrinde geliştirildi. Siyah, beyaz ve negatif renkleri kendim yapıyordum. Arşivlerimin birçoğu da Dia pozitif slaytlar. Dijitali kullanmakta zorlandım ve hala yaşıyorum. Küçük bir dijital makinem var. Ayarları oğlum yaptığı kadar ben de kullanıyorum. Açıkçası tadına bakamıyorum. Son yıllarda birçok stant ziyaret ettim. Analog fotoğrafçılıktan zevk alamazdım. Benim için dijital, yaratıcılığı öldürdü.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu